Bu Blogda Ara

25 Eylül 2013 Çarşamba

Flamenko Aşkım ve Bu Yoldaki Yolculuğum

Flamenko ve hayatımla ilgili biraz da günlük kıvamında bir yazı. Kendim için zaman zaman yazdığım şeyler. Bugün sizlerle de paylaşmak istedim. Ve daha sonraki zamanlarda da yazmaya devam edeceğim. Zaman zaman da paylaşımlarıma devam edeceğim.Bu yolda yürümek isteyenlere belki ışık tutar. Sevgilerimle..

Flamenko Aşkım ve Bu Yoldaki Yolculuğum
Benimkisi bir aşk hikayesi. Yıllardır peşinden sürüklendiğim, uğruna tüm hayatımı değiştirdim bir hikaye bu. Mesleğimi, arkadaşlarımı, sevgilimi, ailemi, evimi, doğduğum şehri bana terk ettiren aşkım. Beni hayata karşı kararlı, cesur kılan, maddiyattan bağımlılığımı kopartan, ruhani yolculuğa, kendimi keşfe çıkartan aşkım. Ona biraz olsun ulaşabilmek için savaş verdiğim aşkım. Evet Flamenko ateşi bu. Çocukluk yıllarında bale eğitimi ile başlayan dans tutkusu gün geçtikçe içimde büyümeye başlamıştı. İstanbul’da izleme fırsatı bulduğum İspanyol Nasyonel Balesi’nin büyüleyici gösterisiyle içimde büyüyen bu dans ateşini artık nasıl söndüreceğimi biliyordum. İstanbul’da flamenko kursu açıldığını duyar duymaz eleme sınavına katılarak 1999 yılında flamenko macerama başlamış oldum.
Çocukluk yıllarımda halamın evinde İspanya’ya ait semboller görürdüm. Yelpaze, Şal, Kastanyet,İspanyol bebek..Eniştem gemi kaptanıydı. Çok ülke gezerlerdi. İspanya da onlardan biriydi. Getirdikleri şeyler daha o zamanlardan ilgimi çekmişti. Bir de ortaokul yıllarında çok yakın bir kız arkadaşım vardı. Çok yakındık. Birlikte dans çalışırdık. Okulun dans grubuna girmiştik. Annesi İspanyol’du. Çok fazla sempati duyuyorum annesine karşı. Kendisi ses sanatçısıydı ve dansçıydı. Bize dans çalıştırıyordu evinde. Bu arkadaşımla olan arkadaşlığım yıllarca bende iz bırakmıştır. Konuştukları lisan, kostümleri, dansları beni hep çok etkilemiştir. İspanyollara karşı hep bir ilgim ve sempatim olmuştur. Zaman zaman geçmiş yaşantımda oralarda olduğuma inanırım.
Önceden hobi olarak başlayan bu dans zamanla beni rahatlatan, özgürleştiren, yaşamanın tadına varmamı sağlayan vazgeçilemez bir ihtiyaç haline geldi. İş hayatına yeni atılmıştım. Yani aslında hayata. Ailemde de tam o dönemlerde maddi sıkıntılar ortaya çıkmıştı. Zor bir dönemden geçiyordum. Pamukların içinden dikenli bir yola atılmıştım.  Son derece tecrübesiz, çekingendim. Tam o dönemde yetişmişti imdadıma Flamenko. Dans ederken, dans öğrenirken sadece flamenkoyu düşünüyordum. Başka sorunlar, dış dünya, gerçek yaşam, sıkıntılar hiçbir şekilde aklıma gelmiyordu. Sadece yaptığım dansa konsantre oluyordum. Bu sebeplerden dolayı içimde artık dayanılmaz boyutlara ulaşan flamenko tutkusuna daha fazla karşı koyamayarak başlangıçta maddi zorluklarla karşılaşacağımı bilmeme rağmen profesyonel iş yaşamımı bir kenara bıraktım ve hayatımın geri kalan kısmında sadece flamenko dansı ile ilgilenmeye karar verdim. Bulunduğumuz ülke koşullarında hayli zorlu bir yoldu bu. Ancak aşk insanın gözünü kör ediyor. O yıllarda Türkiye bu sanatı çok fazla bilmiyordu. Bu sanatı icra eden profesyoneller yoktu. Hoş onca çabaya rağmen hala çok fazla bilinmiyor, flamenkoya flamingo, flamengo diyorlar ya da Latin dansı olduğunu sanıyorlar. Hesapsızca girdiğim bu yolda tesadüflerle ilerledi yolculuğum.

Profesyonelliğe geçiş süreci; Ders aldığım sıralarda kursta yeni tanıştığım bir arkadaşım yanıma geldi ve çok sevimli bir şekilde,” biz bir grup kuruyoruz sen de gelmek ister misin?” dedi bana. Ben olur dedim. Artık işsizdim zaten. İstediğim şeyi yapmak için yeterli vaktim vardı. Provalara başladık. Bir şarkıcımız bile yoktu. 4 kız başladık önce, sonra biri aramızdan ayrıldı. 3 kız kalmıştık. Bir de gitarist. Yaşları benden çok küçüktü arkadaşlarımın. Ben 7 yıl süren iş dünyasından yeni çıkmış, bu dünyada pek çok üst düzey yöneticilerle çalışmıştım. Koç ve Sabancı gibi büyük holdinglerde görev almıştım. Arkadaşlarımın hayat tecrübesizlikleri, yaşları beni her zaman endişelendirmişti. Hayata bakış açılarımız çok farklıydı normal olarak. Kendimi bu süreçte yalnız hissedişim de büyük ölçüde yaş farkından oldu. Neyse biz İstanbul’da Galata Kulesi’ne yakın bir İspanyol Restaurant’ında haftada bir gösteri yapmaya başladık. Allah’ım ne günlerdi. Sonra kayıtları izledikçe gülüyor, gelişimlerimize inanamıyorum. Bizimkisi tam bir cahil cesaretiydi. Gitaristimiz ayrılmak istedi, izin vermedik. İyi ki de vermemişiz. Şimdi kendisi çok ilerledi. Besteler yapıyor, eğitim veriyor. Orada bir sezon boyunca gösteri yaptık. Ortama alıştık. Birbirimize alıştık. Şimdiye kadar hep tiyatro sahnelerinde dans etmiştim. Bale yıllarımdan beri.  Orada kimse konuşmaz. Işıklar kapalıdır. Siz pek kimseleri göremez içinize odaklanırsınız. Restaurant ise bambaşka bir dünya. Herkes konuşuyor. İnsanlar, garsonlar sürekli hareket halinde ve burada içine odaklanman çok daha zor. İnsanların tepkilerini ya da tepkisizliklerini çok net görüyorsunuz. Eğer onların sizin hakkınızda ne düşündüğünü düşünmek gibi bir hataya düşerseniz, bu sizin bittiğiniz andır. İşte ben böyle bir tecrübe yaşadım. Gerçekten korkunçtu. Birilerinin düşüncelerine daldım ve hareketi unuttum. Sonradan izlediğime göre epey bir süre olduğum yerde bir sağa bir sola sallanmışım. Başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü. Bir daha asla bu işi yapmayacağım. Sahne benim işim değil dedim. O arada dans etmeye devam ediyordum. Sonra dansım bitti ve ben yerime oturdum. O an başka bir karar daha aldım. Bugün burada bırakırsam bir daha asla cesaret edemeyecektim. Tıpkı kaza yapan bir sürücünün hemen tekrar trafiğe çıkması gerektiği gibi ben de ikinci dansıma çıktım ve kendime çok iyi dans edip seyirciye ve kendime az önce yaşamış olduğum kötü tecrübeyi unutturacağıma dair söz verdim. Ve öyle de oldu. Başarılı bir dans oldu. Seyirci de ben de memnun olmuştum. Sonrasında aramıza şarkıcı katıldı. Şimdi biraz daha Flamenko gösterisine benzemeye başlamıştı yaptığımız gösteri. En son olarak da perküsyon çalan arkadaşımız katıldı bize. Grup artık tamamdı. Biz her geçen gün daha rahatlar olmuştuk sahnede. İspanyollar izlemeye geliyordu bizi. Çok heyecan vericiydi. Daha önce ders almış olmama rağmen, önümde örnek biri olmadığı için bu işin önünü göremiyordum. Yani bu işi profesyonel olarak yapabileceğim aklıma bile gelmemişti. O yüzden derslerde öğrendiklerimi biriktirmek de aklıma gelmemişti. Koreografiler aklımdan uçup gitmişti. Ancak grup kurduktan sonra aldığım eğitimleri başka bir gözle inceler ve öğrenir olmuştum. Kendi koreografilerimi yapmaya başladım. Daha sonra grup içinde anlaşmazlıklar olmaya başlamıştı. Ve biz dağıldık. Ben başka bir gitarist arkadaşımla ve şarkıcıyla bir araya geldim. Bir yandan da para kazanmam gerekiyordu. Ders vermeye başladım. Ailemin maddi durumu o dönemlerde iyi değildi. O yüzden evden destek alamıyordum. Zaten işe girdiğim yıldan itibaren ailemden bir daha hiç para almadım. Kendi ayaklarımın üzerinde durmak istedim. Hayatı öğrenmek, ne olursa olsun ayakta kalacak kadar güçlenmek. O yıllarda pek çok gösteriye çıktım, öğrenciler yetiştirdim. Bu arada da yıl içinde biriktirebildiğim parayla her yıl Eylül ayı’nda İspanya’ya gidip 1 aylık bir süreçte İspanya’da kalıp dansımı geliştirmeye çalıştım. Tabi bu bana hiçbir zaman yetmedi. Bir dansçı için kendini geliştirememek ölüm. Kültürü özümsemek, flamenkoyu tüm vucuduna, ruhuna geçirmek için orada olmak, bir süre o topraklarda yaşamak lazım. Bu bende öyle bir takıntı oldu ki artık bıraktım peşini. İstemekten yoruldum. Eminim serbest bırakırsam bu gerçekleşecek. Ruhum orada ben burada. Bölünmüşlük hissi. Çok fena. Yaşamayanın anlaması çok zor.

Ankara yolculuğum; İstanbul’da pek çok stüdyoda ders verdim, gösterilerde yer aldım. Sonrasında Ankara’dan bir teklif geldi. İstanbul’daki ikinci grupta dağılmıştı. Dans edemiyordum. O yüzden Ankara teklifini değerlendirdim. Gerçekten çok zorlu bir süreçti. Hem fiziksel anlamda hem de ruhsal anlamda. İstanbul’daki tüm yorgunluklarımdan biraz da kaçış olmuştu Ankara benim için. İlk yıl her Pazar sabahı saat 7’de otobüse biner 13 civarı Ankara’da olur saat 14’de derslere başlardım. Arka arkaya 4 sınıf çalıştırır akşam öğrencilerimin evinde misafir olur gece 24 otobüsü ile geri dönerdim. Hiç ders kaçırmadan kar, kış demeden tam bir sezon bu şekilde geçti. Bu arada gittiğimde, konserler için müzik grubuyla da provalarımız olurdu. İstanbul’a döndüğümde ise aralıksız her gün ders veriyordum çeşitli mekanlarda. Tüm bu yorgunluğa değen tek bir yanı vardı, Ankara’da benim yolumu gözleyen, heves ve heyecanla benden bir şeyler öğrenmek isteyen öğrencilerimin varlığı. Kalabalık bir öğrenci grubu vardı ve biz yavaş yavaş büyüyen bir aile gibi olmuştuk. Maddi tatmin bu hikayenin neresinde derseniz, hiçbir yerinde. Ancak maddiyatın verdiği hazla ölçülemez manevi bir doyum vardı içimde.

Ankara’ya yerleşme sürecim; sonraki yıl Ankara’da kalma sürem artmıştı. Pazar, Pazartesi günleri hem ders hem müzik grubuyla provalarımızı yapıyorduk hem de Salı akşamları bar programında yer alıyorduk. Her hafta başka bir öğrencim beni misafir ediyordu evinde. Bu tabi ki çok yorucu bir durum. Kendinle kalmak istiyorsun, kafanı boşaltıp deşarj olmak istiyorsun ancak bu yoğunlukta mümkün olamıyordu. Sinirler de ufak ufak yıpranıyordu. İstanbul yine yoğun geçiyordu. Fiziksel olarak çok yıpranmıştım. Boynumda yolculuklardan kalma fıtık ve düzleşme, soğuktan sistit hastalığı, bir de üstüne yüzümü demir bir kolona çarpıp göz retinamı yırtınca, Allah tarafından mesajlar geldiğini, hayatımda köklü bir değişiklik yapmam gerektiğini düşündüm. Bu şekilde devam edemezdim. Bir yandan herkes Ankara’ya yerleşmemi istiyordu. Böylece tüm vaktim derneğe kalacaktı. Çok fazla emeğim vardı. Ya İstanbul ya Ankara’yı seçecektim. İstanbul bir yandan beni gitgide ürkütür hale gelmişti. Doğup büyüdüğüm şehirden artık korkar olmuştum. Mesafeler beni çok yoruyordu. Kendime odaklanamıyordum. Hep sinir ve stres hali. Hem de ailemle yaşıyordum. Çok aramama rağmen maddi koşullarım dahilinde istediğim gibi bir ev de bulamamıştım. Evimi dans stüdyomla birleştirmek istiyordum. İstediğim zaman üretmek, daha fazla dans çalışabilmek. Biriktirebildiğim tüm parayı İspanya yolculuklarıma ve eğitimime harcıyordum. İspanya’da olmak bana soluk aldırıyordu. Çok sevdiğim Flamenko dolu dünyamda doya doya 1 ay geçiriyordum. Hep mutlu, özgür, rahat hissetmişimdir oradayken. İspanya dönüşleri ise hep acılı olmuştur. Oradayken ne kadar hızlı gelişebildiğimi görmek, her köşede Flamenko dinleyebilmek, tamamen kendine yatırım yapabilmenin verdiği mutluluk ve huzur. Ülkemde hep yalnızlık hissi. Gittikleri ülkenin dilini bilmeyenlerin hissettiği yalnızlık hissi gibi. Anlatıyorsun, paylaşmak istiyorsun, üretmek istiyorsun, gönül dostları arıyorsun, sokaklar Flamenko koksun istiyorsun, her yerde Flamenko müziği duymak istiyorsun. Suni değil gerçek bir Flamenko yaşamı istiyorsun. Olamıyor. Bir türlü olamıyor. İşte Ankara’da biraz daha bu hislerimi giderebileceğim inancındaydım. Paylaşmak, bildiklerini aktarmak. Flamenkoyu samimi olarak hissedebilenlerle olabilmek. Yazın tam istediğim gibi bir ev buldum internetten. Ters dublex. İlk aileden ayrı evim. İçinde dans çalışabileceğim bir ev. Güçlüklerle ev kurdum. Sonra ufak ufak ihtiyaçlarımı almaya başladım. Evde ne buzdolabı ne çamaşır makinesi, ne tabak ne çatal ne yatak. Hiçbir şey yoktu. Yerleşmemin 2 yılı içinde evin pek çok eşyasını almıştım. Dert değildi. Artık dans çalışabiliyordum.
Yerleşik olan ilk yılım çok hareketli geçti. Neredeyse her gün ders veriyordum, haftada 2 bar programı ve çok sayıda şehirlerarası , şehir içi konserlerimiz oluyordu. Ankara’ya yerleştikten sonra bulunduğum ortamda gitgide çoğalan sıkıntılar oluşmaya başlamıştı. Geçtiğimiz 2 yılın da birikimleri vardı. Hep sabırla pek çok şeyin değişmesini, düzelmesini bekledim. Sezon bitti. Eylül ayı’nda Sevilla’ya gittim. Eva Yerbabuena’nın verdiği bir seminere katıldım. Bu semineri, izlenimlerimi, yaşadıklarımı, hislerimi, getirilerini ayrı bir yazı konusu olarak paylaşacağım. Bu seminer dönüşü bakış açımda çok şeyler değişmişti. Flamenko benim için başka şeyler ifade eder olmuştu. Adapte olmakta zorlandım. Öğrencilerime başka şekilde eğitim vermeye başladım. Flamenkoyu, bu yoldaki yolculuğumu sorgular hale gelmiştim. Hala da sorguluyorum. Neredeyse her gün. Yine yoğun bir seneydi yerleşik olduğum 2.yıl. Hayatımda çalkantılar oluyordu. Bir şeyler değişime uğramıştı içimde. Dahası değişme çabası içindeydi. Eva ‘nın seminerinde düğmeme basılmıştı dönüşü yoktu. Her değişim süreci sıkıntılıdır. Kabuk değiştirirsiniz. İnandıklarınız, bağlı olduklarınız tekrar tekrar sorgulanır içinizde. Dalga dalga olur içinizdeki duygular. Bir yandan da hayat devam etmek zorundadır. Siz pek çok şeyle mücadele halindeyken bir de bu değişimin verdiği hisle baş etmek zorundasınızdır. Hayatında daha iyi şeyler isteyenler, daha büyük mutluluk ve huzur isteyenler için bu böyle olmak zorundadır. Yoksa hayat tekdüze gider.
3.yerleşik yılımda Ankara’da bulunma sebebim olan ekiple, kurumla yollarımı ayırma kararı aldım. Çünkü vizyonum, bu yoldaki görüşlerim, flamenkoya bakış açım artık farklılık gösteriyordu. 2010 yılı Eylül ayı Bienal için Sevilla’ya gittim. Ve dönüşte kendimi, ne yapmak istediğimi dinlemek, düşünmek için bir süre her şeye ara verdim. Yapayanlız evimde oturdum günlerce günlerce düşündüm. Bir yandan yazdım bir yandan da çocukluğumdan beri yaptığım gibi karakalem portreler çizmeye başladım. Hayatımda ilk defa bu kadar dingin bir vaktim oldu. 5 yaşında okula başladığımdan beri hem bale , hem dershane, hem okul sonrası çizim kursları, üniversite dönemi, iş hayatı ve dans, sonrasını zaten okudunuz. Hep koşturdum. İlk defa durmak istedim. Bu durmak bana o zamanlarda hiç iyi gelmedi. Alışmadığım bir şeydi çünkü. Ama geminin rotasını değiştirmek için gemiyi durdurmak zorundaydım. Bu son yılım durağan geçti. Az sayıda kendimi idare edecek kadar ders verdim ve çok az sayıda gösteriye çıktım.

İstanbul’a geri dönüş; Yeni sezonda da yani bu yıl Ankara sayfasını şimdilik kapatıp İstanbul’a geri döndüm.  Ankara’daki misyonum şimdilik tamamlanmış görünüyordu. Burada yeniden ,tüm tecrübelerimle, daha olgunlaşmış, farkındalıkları artmış, daha ne istemediğini bilen, istedikleri üzerinde hala düşünen bir Melis olarak, bir hayat yaratmaya geldim. Hiçbir şey bıraktığım gibi değil. Ben ayak uydurmaya, anlamaya çalışıyorum. Bundan sonra yapacaklarımda ,yansıtacaklarımda pek çok yaşanmışlığın izleri olacak. Flamenko bir şekilde hep hayatımda olacak. Şekli, yoğunluğu nasıl olacak şu an bilemiyorum. Ancak ben öğrenmeye, paylaşmaya, yaşadıklarımı yansıtmaya, daha “Flamenka” olmaya devam edeceğim. Bu benim hayatım. Bu bir dansın, müziğin, sanatın çok ötesinde bir durum. Bu bir yaşam öyküsü. Benimle şekillenen, tam da seçmiş olduğum gibi hiç de kolay olmayan bir hayat mücadelesinin öyküsü.
Sevgilerimle,
Melis     
12/02/2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.